ÇOCUKLARIMIZA NASIL KİTAP OKUMA ALIŞKANLIĞI KAZANDIRABİLİRİZ PROJESİ
(ÇONAKİOAKAP)
İDEALİST SINIF TÜRKÇE VE EDEBİYAT ÖĞRETMENİ MESLEKTAŞLARIMIZLA İDEALİST OKUL VE MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLERİMİZE
Sözlerimizin başında hemen ve bilhassa belirtelim ki, sınıf öğretmeni meslektaşlarımız bize göre eğitim sistemimizin, çok önemli değil, “en önemli” parçasını oluşturuyorlar. Ve kanaatimizce diğer bütün parçalar, bu temel parçaya göre şekilleniyor.
Bu cümleden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlköğretimin birinci kademesinde, ilk üç yıl her hafta –sanıyoruz- otuz saat boyunca, dört ve beşinci sınıflarda da yine otuz saate yakın süreyle, öğrencileriyle aynı ortamda bulunan sınıf öğretmeni meslektaşlarımız olmadan, ikinci kademedeki Türkçe öğretmenlerinin, lise ve dengi okullarda biz edebiyat öğretmenlerinin ve sonrasında da yükseköğretimdeki hocaların, “çocuklarımıza kitap okuma alışkanlığı kazandırılması” konusunda yapabileceği fazla bir şey yok.
Çocuklarımız, bir yıllık okul öncesi eğitimden geçsinler veya geçmesinler, altı yaşında, deyim yerindeyse yoğrulmaya hazır hamurlar olarak sınıf öğretmeni arkadaşlarımızın önüne geliyorlar. Tabiî ana sınıflarında da, “çocuklarımıza okulu sevdirmek, onlardaki öğrenme ve birlikte iş yapma, paylaşma duygularını geliştirmek” gibi çok önemli görevlerin ana sınıfı öğretmenlerince gerçekleştirildiğinin altını çizelim.
Birinci sınıfta haliyle “okuma yazma” öğretmeye ağırlık veren bir program uygulanıyor. İşte, lise ve dengi okullarda çalışan edebiyat öğretmenleri olarak (Sanıyoruz ilköğretimdeki Türkçe öğretmeni meslektaşlarımız adına da aynı şeyi söyleyebiliriz.) sınıf öğretmeni arkadaşlarımızdan beklentimiz bu aşamada başlıyor. Yani çocuklarımız okumayı söktükten hemen sonra…
Bilindiği gibi millet olarak, -şimdilik- az okuyan bir toplumuz. Bunun pek çok sebebi sayılabilir. Fakat diğer hiçbir faktör, öğretmenler olarak bizim bu konudaki sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, bugün az okuyan bir toplumsak bunun birinci derecedeki sorumluları bizleriz. Yarınlarda çok okuyan bir toplum hâline geleceksek, ki inşaallah gidiş o yöne, bunu sağlayacak olan da yine büyük ölçüde bizler olacağız. O halde, öğretmen camiası olarak kendimize, “okuma alışkanlığı kazanamamış çocuklarımıza bu alışkanlığı nasıl kazandırabiliriz” sorusunu ciddî ciddî sormalıyız diye düşünüyoruz.
Şunu herhâlde hepimiz kabul ederiz. “Çocuklar kitap okuyun!” demekle, daha önce hiç kitap okumayan çocuklarımız birdenbire kitap okumaya başlayıvermiyorlar. Tıpkı, “ağacı sevelim, doğayı koruyalım” demekle çevre bilinci, “yerlere çöp atmayalım” demekle de temizlik bilinci kazandıramadığımız gibi. Yani “SÖZ”ü aşan şeyler yapmamız gerekiyor.
Bu arada şunu da belirtelim. Eğer evde; anne, baba ya da her ikisi okuyorsa, o ailede yetişen çocuklarda, hiç değilse teorik olarak, okumama sorunu yaşanmayacağını düşünebiliriz. Fakat evde okuyan hiç kimse yoksa, o zaman ne yapacağız? O çocuklar ömürleri boyunca doğru dürüst kitap okumayacaklar mı veya onların “kitap”la buluşmaları hayatın tesadüflerine mi kalacak?
İşte biz, ailesinde okuyan olsun olmasın, “OKUL”un kapısından içeri adım atan miniklerin, “sekiz veya on iki yılın sonunda, bu süre içinde okulda öğrendikleri her şeyi unutsalar bile, kitap sevgisi ve okuma bilinci kazanmış bireyler olarak bu eğitim yuvalarından mezun olmalarını sağlamak için neler yapabiliriz” sorusuna cevap aramalıyız diye düşünüyoruz. Düşündüklerimizi de, siz idealist sınıf öğretmeni arkadaşlarımızla paylaşmak istiyoruz.
Değerli meslektaşlarımız, iyi bir okuyucuysak da değilsek de biliriz. (Burada uzun bir parantez açarak belirtelim ki, bu satırların yazarı “çok iyi” bir okuyucu değil. Tabiî ki bununla gurur filan duymuyor. Neyse ki evin diğer sakini esaslı bir kitap kurdu da, biz de onun yanında idare edip gidiyoruz. Gerçi Montaigne bir denemesinde; “İnsanlar, okumadıklarını söylemeye cesaret edemezler.” diyor; ama biz hepten okumayan biri olmadığımız için durumu açıklamakta bir sakınca görmüyoruz. Evet, bu satırların yazarı, okuma konusunda en istekli olduğu ilkokul ve ortaokul yıllarında, etrafında kendisine rehberlik edecek bilinçli yetişkinleri bulamamanın sıkıntısını yaşadı. Sonuçta o güzelim yılları büyük ölçüde, Kemalettin Tuğcu’nun hikâye kitaplarını ve eline geçen başka bazı kitapları “tekrar tekrar” okumakla geçirdi. Hâlbuki aynı yıllarda, bırakın dünya edebiyatının çocuk klasiklerini okumayı, hiç değilse Ömer Seyfettin’le, Sait Faik’le tanışsaydı ne kadar iyi olurdu. Elbette Kemalettin Tuğcu’yu okumak kötü veya yanlış değildi, bilâkis bizim neslin iyi kötü okuma alışkanlığı kazanmasında Kemalettin Tuğcu’nun epeyce etkisi olmuştur, yanlış olan orada uzun süre takılıp kalmaktı. Fakat bugünün çocukları tanışmalı. Ömer Seyfettin’le de, Mustafa Ruhi Şirin’le de, Cahit Zarifoğlu’yla da, diğer çocuk edebiyatı yazar ve şairleriyle de, dünya edebiyatının çocuk klasikleriyle de tanışmalı. İşte bu da büyük ölçüde biz öğretmenlerin, daha doğrusu “siz idealist sınıf öğretmenlerinin” sorumluluğunda. Şimdi parantez dışından devam edelim.) Okuma sevgisi ve alışkanlığı büyük ölçüde ilköğretim yıllarında kazanılıyor. Daha doğrusu o yıllarda bu işin temeli atılmazsa, sonraki yıllarda hem temeli atmak hem de binayı çıkmak bayağı zor oluyor. Bu bakımdan ilköğretimin bilhassa ilk beş yılının çok önemli olduğunu düşünüyoruz.
Bildiğimiz kadarıyla ilköğretim bir, iki ve üçüncü sınıflarda haftada ON İKİ SAAT, dört ve beşinci sınıflarda ise haftada ALTI SAAT Türkçe dersi var. İlköğretim okullarında; birinci, ikinci, üçüncü sınıfların ders programlarını da okul idareleri mi yapıyor, yoksa bu sınıfları alan öğretmenlere derslerin adları ve haftalık saatleri verilip onlardan öğrenciler için en verimli olacağına inandıkları şekilde bir ders programı yapmaları ve yaptıkları programın bir nüshasını idareye vermeleri mi isteniyor bilmiyoruz. Eğer programı okul idareleri yapıyorsa bu uygulamanın yanlış olduğunu, bu konudaki inisiyatifin bu sınıfları alan öğretmenlere verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Fakat öyle de olsa, böyle de olsa sonuçta ilk üç yıl haftada on iki saat, dört ve beşinci sınıflarda da haftada altı saat Türkçe dersi var. Yani hiç değilse bu derslerin değerlendirilmesiyle ilgili inisiyatif –sanıyoruz- öğretmende.
Bizim önerimiz şu: Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda, idealist sınıf öğretmeni arkadaşlarımız bu on iki saatin beş saatini SESSİZ OKUMA şeklinde kitap okumaya ayırsa. (Sanıyoruz şu anda, birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda haftada iki saatin “kitap okuma saati” olarak değerlendirilmesi yönünde bir Bakanlık genelgesi var. Biz bu sürenin her gün birer saatten haftada beş saat olmasını öneriyoruz.) Yani her gün son saatler “OKUMA”ya ayrılsa. Böylece öğrenciler, her gün bir ders saati düzenli olarak kitap okusa. Bu saatlerde sınıftaki bütün öğrenciler, sınıf veya okul kitaplığından daha önce alacakları bir kitabı okusalar ve elbette bu arada kendimiz de sınıfta çocuklarla beraber kitap okusak. (Bu yolla yılda kaç kitap okuruz ve bunun sonucunda öğretmenliğimiz nasıl daha verimli ve coşkulu bir hâl alır kim bilir.) Yani bu saatleri, evde yapmamız gereken işleri aradan çıkarabileceğimiz fırsatlar olarak görmesek. Eğer öyle görür ve öyle davranırsak muhtemelen öğrencilerimizin büyük çoğunluğu da o saatlerde “okuma”nın dışında bir şeylerle vakit geçireceklerdir ve bu durumda “okuma saati” uygulamamızın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Aynı şekilde dört ve beşinci sınıflarda da altı saatlik Türkçe dersinin üç saatini (sözgelimi pazartesi, çarşamba ve cuma günleri son saatleri) veya hiç değilse iki saatini (salı ve cuma günleri son saatleri) kitap okumaya ayırsak. Hatta sınıftaki, kitaplık kulübünden sorumlu öğrencilere de bir defter tuttursak ve bu öğrenciler, sınıftaki bütün öğrenciler için bu defterden birer veya ikişer sayfa ayırsalar… (Bunun, öğrencileri okumaya teşvik konusunda epeyce etkili bir yöntem olduğunu belirtelim.) Okuduğu kitabı bitiren her öğrenci, kitaplık kulübünden sorumlu arkadaşlarına, bitirdiği kitabın adını ve sayfa sayısını yazdırsa… (Eğitim öğretim yılı başında, sınıf kitaplığındaki bütün masal ve hikâye kitaplarının ilk sayfasının bir köşesine, resimli sayfalar filan düşüldükten sonra kitabın net sayfa sayısı, öğretmenin görevlendireceği birkaç öğrenci tarafından tesbit edilip tükenmez kalemle yazılırsa, haksız rekabet de en baştan önlenmiş olur.) Her ayın sonunda da sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, o ayın en çok okuyan üç veya beş öğrencisini, (okuduğu kitap sayısına göre değil, sayfa sayısına göre) okuduğu toplam sayfa sayısını da belirterek sınıf huzurunda tebrik etse… Hatta okul idaresiyle de işbirliği yapılarak her dönemin sonunda, her sınıftan “en çok sayfa okuyan” ilk üç öğrenciye ödüller verilmesi sağlansa… Böylece “okuma” işi hem sınıf içinde hem de okul genelinde itibar görse… Sanıyoruz, sanmak ne demek katıksız inanıyoruz, bu harika bir uygulama olur.
Bu ülkede öğretmen, idareci, ebeveyn, müfettiş, yetkili yetkisiz, ilgili ilgisiz hemen herkesin ortak şikâyet konularından birisi, yeterince okumuyor oluşumuz değil mi? İşte biz de bu soruna, öyle dâhiyane filan da olmayan kalıcı bir çözüm öneriyoruz. Gerisi idealist sınıf öğretmeni arkadaşlarımızın, idealist okul müdürlerimizin, idealist Millî Eğitim Müdürlerimizin ve daha üst kademelerdeki etkili yetkili büyüklerimizin bileceği bir şey.
İnanıyoruz ve de iddia ediyoruz ki, “OKUMA SAATİ” uygulamasını önemseyen idealist sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmeni meslektaşlarımızın sınıfları, bu işi önemsemeyen arkadaşlarımızın sınıflarından; bu projeye destek veren okul müdürlerimizin okulları diğer okullardan; ilçe millî eğitim müdürlerimizin ilçeleri diğer ilçelerden ve nihayet bu işi ciddiye alan il millî eğitim müdürlerimizin illeri, yeterince ciddiye almayan illerden kesinlikle çok farklı olacaktır.
Bu arada, bizim bu önerimizin yeni bir buluş olmadığını, sınıfça kitap okuma uygulamasının Türkiye’de yıllardır birçok sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmeni tarafından başarıyla sürdürüldüğünü de belirtelim.
Şimdi, başta genç meslektaşlarımız olmak üzere bilhassa sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, “müfredat”ı yetiştirememe endişesine kapılabileceklerdir. Müfredat elbette hepimizi bağlayan bir husus. Fakat hepimizi bağlayan bu hususun bu anlamda elimizi kolumuzu bağlamasına da izin vermemeliyiz diye düşünüyoruz. Bizler yıllardır, hemen hemen “sadece müfredatı yetiştirme” endişesiyle hareket ettik. Ancak müfredatı yetiştirmekle veya sadece buna gayret etmekle çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandıramadık. Dahası, bunu nasıl yapabileceğimiz konusunda düşünmeye de pek fazla vakit bulamadık. Elbette derslerimizin müfredatında değişiklik yapamayız; ama işleyeceğimiz metinlerde, etkinliklerde sadeleştirmeye gidebiliriz. Böylece kazanacağımız vakti “kitap okuma etkinliğine” aktarabiliriz. İnanın bu şekilde çocuklarımıza çok daha faydalı oluruz. Hani, okuma alışkanlığı kazanamamış bir insanın eğitimi yarım kalmıştır deniyor ya, işte biz “okuma saati” uygulamasıyla çocuklarımıza, eksiklerini bir ömür boyu tamamlamalarının yolunu açmış olacağız. Aksi halde pek çoğu, eksiklerinin farkına bile varmadan bu dünyadaki hayatlarını tamamlayacaklar.
Bütün bunları söylerken, öğrenci kitlesi içinde çok iyi okuyan geniş bir kesimin varlığını da teslim edelim. Eğer konuyu biraz özelleştirecek olursak, meslek hayatımızın son on üç yılında, on yıl çalıştığımız Lüleburgaz Lisesinde ve üç yıl çalıştığımız Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesinde çocuklarımızın büyük çoğunluğunun kitapla haşır neşir olduklarını kendi gözlemlerimize dayanarak biliyoruz. Keza 2009 yılında, isteğe bağlı il dışı atamalar kapsamında geldiğimiz ve sadece bir dönem çalıştığımız Aydın Germencik Ortaklar Lisesinde de öğrencilerimizin “okuma” konusunda hayli duyarlı, hevesli ve istekli olduklarını büyük bir memnuniyetle gördük. (Geriye doğru; iki yıl çalıştığımız Lüleburgaz-Ahmetbey Lisesinde, dört yıl çalıştığımız Ankara-Sincan Lisesinde ve üç yıl çalıştığımız Şırnak Lisesindeki görev yıllarımızda henüz kendimiz bu konunun yeterince idrakinde değildik.)
Şimdi de Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesindeyiz. Her türdeki Anadolu Lisesine “yeniden” atama kapsamında başvurduğumuz ve “ilk tercih” olarak yazdığımız bu okula, birinci dönemin sonlarında atandık. 22 Ocak 2010’da da Ortaklar Lisesinden ilişiğimizi kesip aynı gün burada göreve başladık. İlk izlenimlerimizin çok güzel olduğunu öncelikle belirtelim. Bir kere son sınıflar, harıl harıl ÖSS’ye hazırlanmalarının yanı sıra kitap okumayı da ihmal etmiyorlar. Dersine girdiğimiz diğer bütün sınıflarda da, aşağı yukarı her öğrencinin elinde bir kitap gördük. Yani Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi topyekün okuyor. Tabiî bizim bu tabloda şimdilik hiçbir katkımız yok. Bu tamamıyla, 2009-2010 eğitim öğretim yılı itibariyle bu okulda bulunan hepsi birbirinden değerli, gayretli ve işinin ehli beş arkadaşımızın, o çocukların geldikleri ilköğretim okullarındaki bu işe gönül vermiş sınıf ve Türkçe öğretmeni meslektaşlarımızın ve elbette okuyan anne babaların eseri. Eh, biz de yavaş yavaş bu sürece dahil olacağız.
Sözün özü, biz Türk milletinin, biraz yavaş da olsa, “okuyan toplum” olma yoluna girdiğini düşünüyoruz ve elbette bunu nasıl hızlandırabiliriz diye de beyin jimnastiği yapıyoruz.
İtiraf edelim ki, yirmi iki yıllık edebiyat öğretmeni olmamıza rağmen, sekiz on yıl öncesine kadar, “çocuklarımıza nasıl kitap okuma alışkanlığı kazandırabileceğimiz konusunda” çok berrak düşüncelere de sahip değildik. Yani neyi nasıl yapacağımızı tam olarak bilememenin sıkıntısını yaşıyorduk. Çünkü bu işin sihirli formülleri yoktu. Biz de önce, ilköğretim ikinci kademedeki Türkçe dersleriyle, liselerdeki edebiyat derslerinin işlenme yöntemini sorgulamakla işe başladık ve o konudaki düşüncelerimizi yazıya döktük. Sonrasında da, bu konuda yapılabileceklerin büyük çoğunluğunun bilhassa ilköğretimin birinci kademesinde yapılabileceği kanaatine vardık. (Okumayı Sevdirme Yolları adlı kitabın da bu konuda oldukça yararlı bir çalışma olduğunu yeri gelmişken belirtelim.) İşte bunun sonucunda da, dört beş yıl kadar önce bu yazının ilk hâli çıktı ortaya. O günden bugüne de aynı yazıya sürekli olarak yeni paragraflar ilâve ettik, önceden yazdıklarımız üzerinde birtakım değişiklikler yaptık.
Kanaatimiz o ki, “OKUMA”ya fazla zaman ayırıyor, çocuklara fazla kitap okutuyor diye hiç kimse bir öğretmeni suçlamaz. Ve eğer sizler bunu yaparsanız, yani Türkçe dersinin; birinci, ikinci, üçüncü sınıflarda haftada beş saatini, dört ve beşinci sınıflarda da üç saatini, “SESSİZ OKUMA”ya ayırırsanız neler olacağına bir bakalım.
Bir kere çocuklarımız daha fazla kelime bilecekleri ve dolayısıyla daha fazla kelimeyle düşünecekleri için okuduklarını daha kolay anlayacaklar. Buna bağlı olarak sadece Türkçe dersinde değil, diğer derslerde de başarıları artacak. Daha hızlı okuyacakları için zamandan kazanacaklar, bu da onlara girecekleri önemli sınavlarda, daha kısa sürede daha fazla soruyu cevaplandırma avantajı sağlayacak. Zaman içinde sözlü ve yazılı ifadeleri gelişecek, iç dünyaları zenginleşecek. Ayrıca, ilköğretimden sonra hangi tür liseye giderlerse gitsinler, ilköğretimde kazandıkları okuma alışkanlığını muhtemelen hayatlarının sonuna kadar devam ettirecekler. Ve elbette okudukça daha çok öğrenecekler, öğrendikçe daha çok okumak isteyecekler. Bunun tabiî sonucu olarak da, daha donanımlı ve kendilerine daha çok güven duyan insanlar olarak yetişecekler. Bütün bunlara ilâveten, okudukça, çocuklarımızın davranışlarındaki birtakım olumsuzlukların da giderek azalacağını, olumlu yönlerin ise gelişeceğini düşünüyoruz. Yani bu yönüyle, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırmak, bir bakıma kendimize de iyilik etmek anlamına geliyor.
Öte yandan; ikinci kademedeki, eğer varsa, “yeterince okumayan” branş öğretmenlerimiz de (elbette önemli bir kısmı okuyor) bu durumdan olumlu yönde etkilenecekler. Çünkü sizin yetiştirdiğiniz (yetiştireceğiniz) öğrenciler, altıncı sınıfta onların önüne epeyce bir şeyler okumuş olarak gelecekler, hatta Türkçe öğretmenlerine belki de, “Bize sessiz okuma için zaman ayıracak mısınız?” diye soracaklar. Türkçe öğretmeni arkadaşlarımız, ilk defa derslerine girecekleri bu öğrencilere, “Bugüne kadar hangi kitapları okudunuz?” sorusunu yönelttiklerinde, onlar da okudukları kitapları sıralayacaklar. (Bilhassa eğitim öğretim yılının ilk bir iki haftasında çocuklarımıza, yaz tatilinde kaç kitap okuduklarını, bu kitapların adlarını soralım. Çünkü okuyan çocuklar bunun sorulmasından büyük bir memnuniyet duyuyorlar.) Sırf bu bile tek başına , “az okuyan” Türkçe öğretmenlerini tetikleyecek; onları, bildikleriyle okuduklarıyla yetinmeme konusunda hareketlenmeye sevk edecek. (Doğrusu biz, henüz okumadığımız bir klasiği öğrencilerimizden birinin elinde gördüğümüz zamanlarda bu mahcubiyeti yaşadık.) “Okuyan” Türkçe öğretmenlerimiz ise zaten bu durumdan fazlasıyla memnun olacaklar ve muhtemelen sizlere teşekkür edecekler.
Diğer taraftan, sınıf öğretmeni arkadaşlarımız cümbür cemaat (doğrusu elbette cumhur cemaat olacak) okumaya başladıklarında, bu durum öğretmen odalarına da yansıyacak, buraların havası da değişecek. Yani bu durum, öğretmen odalarında, önce sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, sonra da sınıf öğretmenleriyle branş öğretmeni arkadaşlarımız arasında “okuma” konusunda tatlı bir rekabet başlatacak. (Bir öğretmenin, okumakta olduğu bir kitabı yanına alıp dolmuşta, otobüste, metroda, trende, boş dersinde, öğle arasında, hatta teneffüste okuması asla gösteriş budalalığı değildir. Bilâkis, başta öğrencileri olmak üzere okumayanları okumaya teşvik etmedir. Zira biz farkında olsak da olmasak da öğrencinin gözü her an öğretmenin üzerindedir ve kendisi okumayan bir öğretmenin onlara, “çocuklar kitap okuyun” demesindeki çelişkiyi onlar çok iyi görürler.) Okumayan meslektaşlarımız okuyan arkadaşlarının elinde bir iki haftada bir değişik kitaplar görecek ve muhtemelen bir süre sonra onlar da kitaplarla “yeniden” yakınlık kurmaya başlayacak. Okuyan meslektaşlarımız da birbirlerine, okudukları kitaplardan söz edecek. Böylece, okunması biraz da zaman kaybı sayılabilecek kitaplar kendiliğinden elenecek, okuma eylemine ayrılan zamanlar daha değerli kitaplara tahsis edilmiş, öncelikle okunması gereken ama henüz okunmamış kitapların bir an evvel okunması için de istekler kamçılanmış olacak. Aynı durum elbette liselerdeki öğretmen odaları için de geçerli.
Şunu da hemen belirtelim ki, ilköğretim okullarının birçoğunda birinci kademe ile ikinci kademe sınıflarının ayrı binalarda olması ve buna bağlı olarak sınıf öğretmenleri odasıyla branş öğretmenleri odasının farklı binalarda bulunmasının çok fazla önemi yok. Zira branş öğretmenleri, kademeli olarak en geç beş yılın sonunda önlerine gelen öğrencilerdeki farkı fark edecek ve devamında da bunun, bir döneme mahsus tesadüfi bir durum olmadığını anlayacaklar. Ayrıca bütün öğretmenler hiç değilse yılda birkaç defa kurullarda bir araya gelecekler, sohbet edecekler. Sohbet etmeseler bile, kurullarda “eğitim öğretimin kalitesinin yükseltilmesine yönelik maddeler görüşülürken, öğrencilerin kişiliklerini geliştirmeye yönelik öneriler ifade edilirken” sınıf öğretmeni meslektaşlarımızın söyleyecekleri, herhâlde branş öğretmeni arkadaşlarımızın ilgisini çekecek.
Sonuçta çocuklarımız büyük ölçüde okuma alışkanlığı edinmiş bireyler olarak liseye gelecekleri için, bizler de liselerdeki edebiyat öğretmenleri olarak onların bu okuma alışkanlıklarını geliştirerek devam ettirmeye çalışacağız, çalışıyoruz.
Bu arada, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında her şeyi sınıf ve Türkçe öğretmeni meslektaşlarımızdan beklediğimiz de düşünülmesin. Bizler de liselerde, son sınıfları (yoğun şekilde üniversite sınavlarına hazırlanmaları sebebiyle) uygulamanın dışında tutarak, Türk Edebiyatı derslerine giren arkadaşlarımız marifetiyle bütün öğrencilere, ayda bir kitaptan, bir dönemde dört, iki dönemde asgari sekiz kitap okutuyoruz. (Bu yöntem, 2008-2009 eğitim öğretim yılında Lüleburgaz Lisesinde, Edebiyat Öğretmeni Birsen Yüksel’in önerisiyle sene başı zümre toplantısında tutanağa karar olarak girdi ve sekiz edebiyat öğretmeni tarafından başarıyla uygulandı. Bu arada yıl içinde pek çok öğrenci velisi, çocuklarına okuttuğumuz kitapları evde kendilerinin de okuduklarını toplantılarda ve ikili görüşmelerimizde ifade etti. Görüldüğü gibi sudaki halkalar misâli yayılıyor bu iş.) Kitapların okunup okunmadığını ya da internetteki özetlerin okunmasıyla yetinilip yetinilmediğini de, kısa cevaplı on beş, yirmi soruluk “kitap sınavları”yla denetliyoruz. Tabiî ki, bir ay boyunca bir sınıftaki öğrencilerin hepsi aynı kitabı okuyor. Yani sözgelimi ekim ayında Toprak Ana’yı, kasımda Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, aralıkta Sefiller’i, ocakta Fareler ve İnsanlar’ı gibi. Aksi halde kitap sınavı yapmak ve durumu denetlemek zaten mümkün olmaz. Kitapları da, Bakanlığımızın tavsiye ettiği “100 kitaplık” listeden veya o yazarların başka eserlerinden seçiyoruz ve genelde de romanları tercih ediyoruz. Elbette her öğretmen bu çerçeve dahilinde, okutacağı kitapları kendisi belirliyor. Sene başı zümre toplantılarında da bütün bu durumları ve Türk Edebiyatı dersinden öğrencilere her dönemde “iki sözlü notu verilmesi” ve bu iki sözlü notundan birinin kitap sınavlarından alınan sonuçlarla oluşacağı hususunu karar altına alıyoruz. Yani bir dönemde dört kitabın dördünü de okuyan öğrenci, Türk Edebiyatı dersinin iki sözlü notundan birini “ 100” olarak garantilemiş oluyor. Böyle olacağını da, Türk Edebiyatı dersine giren arkadaşlar daha sene başında öğrencilere açıklıyorlar. (Sene başı zümre toplantısında belirtilmek kaydıyla, 10-11 ve 12. Sınıflarda, Fen Bilimleri alanı dışındaki alanlarda, iki sözlü notu ve dolayısıyla kitap okutma uygulaması, Türk Edebiyatı yerine Dil ve Anlatım dersi için söz konusu olabilir.)
Yöntemin “not”a bağlı olması elbette eleştirilebilir; fakat eleştirenler “daha iyi bir yöntemi” de önermek durumundalar. Bu arada şunu da belirtelim ki, okuyan öğrenci, senede sekiz kitapla zaten yetinmiyor. Bizim uygulamamız daha ziyade, liseye gelene kadar okuma alışkanlığı edinememiş çocuklarımıza da bu alışkanlığı kazandırmaya yönelik. Tabiî bu arada “okuyan” öğrenci de, “okuma”nın bir şekilde pirim yaptığını görmüş oluyor.
2009 yılında atandığımız ve ilk dönem çalıştığımız Ortaklar Lisesinde, Türk Edebiyatı derslerine girdiğimiz 9. sınıflarda farklı bir uygulama başlattık. Kendi kitaplığımızdan götürdüğümüz otuz kırk kadar kitabı tamamıyla gönüllülük esasıyla, okumak isteyen öğrencilere dağıttık. Tuttuğumuz bir defterde de her öğrenciye bir sayfa açtık. Kitap alan öğrencinin sayfasına kitabın adını, 1’den başlayarak aldığı kitaba verdiğimiz numarayı ve o günün tarihini yazdık. Öğrenci kitabı getirdiğinde de kitabın numarasının önüne bir “+” işareti koyduk. Bir öğrenciye, aldığı kitabı getirmeden ikinci bir kitap vermedik. Kitap dağıtma ve toplama işini de yoklamayı aldıktan sonraki iki üç dakika içinde yaptık. Önce, okuyup getirenlerden kitapları topladık, sonra da almak isteyenlere istedikleri kitapları hızlıca verdik. Okuyup okumadıklarını kesinlikle sorgulamadık. Ancak aldıkları kitapları okumadıklarını asla düşünmedik. Onlara; Heidi, Pollyanna, Peter Pan, Oliver Twist gibi çocuk romanlarının yanı sıra, Ömer Seyfettin’in hikâyelerini, Sefiller, Robinson Crouse, Don Kişot, Siyah Lâle gibi romanları da verdik. Bu şekilde birinci dönemin sonuna kadar, yaklaşık seksen öğrenciden yetmiş kadarı en az iki kitap aldı. Bunlardan birçoğu dört beş, bir kısmı da altı yedi kitaba ulaştı. Tabiî biz de bu durumu sözlü notu olarak değerlendirdik. Bu arada bir öğrencimizin, (Sana bir kere de buradan teşekkür ediyorum Azad Can.) evindeki on kadar kitabı getirip isteyen arkadaşlarına verilmek üzere bize teslim etmesi doğrusu bizi çok duygulandırdı. Üst sınıflarda da, hatta üniversite sınavlarına hazırlandıkları halde son sınıflarda bile, okumaya zaman ayırmaya çalışan birçok öğrencimizin bulunduğunu görmek de bizi çok sevindirdi.
Öte yandan Kütüphanecilik Kulübü rehber öğretmeni arkadaşımız da kütüphaneden kitap alan öğrenci sayısının hayli memnuniyet verici olduğunu ifade etti. Ki, öğrencilerimizi okul kütüphanemizin yanı sıra halk kütüphanesine de yönlendirdik. Bu arada edebiyat zümresindeki diğer arkadaşlarımızın da “okuma” ve “okutma” konusunda son derece duyarlı olduklarını bilhassa belirtelim.
Unutmadan ve yeri gelmişken, çocuklarımıza okuma alışkanlığı ve bilinci kazandırılmasıyla ilgili olarak çok önemsediğimiz bir hususta da düşündüklerimizi ifade edelim. Biliyoruz ki, gerek ilköğretimde ve gerekse liselerde, sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri arasında çok iyi okuyanlar olduğu gibi, fen bilgisi, matematik, sosyal bilgiler, kimya, fizik, biyoloji, felsefe, yabancı dil vb. branşlardaki meslektaşlarımız içinde de “okuma” konusunda “çok iyi” olan arkadaşlarımız var. İşte bizim de bu arkadaşlarımızdan bir istirhamımız var. Okumakta oldukları (şiir, hikâye, roman, deneme vs.) kitapları okula da getirseler, gerek boş derslerinde ve gerekse öğle aralarında öğretmenler odasında da okusalar. Yine derse giderken de yanlarında götürseler ve masanın üzerine koysalar. Bunun iki yönlü yararı olur. Hem öğrencilerin bilinçaltına, “okumak herkesi kuşatan bir olgudur” mesajı gönderilmiş olur, hem de okuma konusunda zafiyeti olan Türkçe ve edebiyat öğretmenlerimiz de bu durumdan bir vazife çıkarabilir. (Meselâ biz, birinci dönem aynı okulda çalıştığımız felsefe ve fizik öğretmeni arkadaşlarımızın dolmuşta kitap okumalarından etkilendik ve haftada beş gün, Aydın-Ortaklar arasındaki yarım saatlik yolculuğumuz sırasında dolmuşta kitap okumaya başladık.) Bunun dışında, ilgili branş öğretmenlerimiz açısından, “Acaba böyle bir durum, öğrenci gözündeki ağırlığımızı azaltır mı?” türünden bir endişeye mahal olmadığı kanaatindeyiz. Yani öğrencinin kafasında o tür bir düşünce oluşacağını sanmıyoruz. Ki okumak herkese artı değer katan bir şeydir.
Bu arada öğretmenler olarak belki de farkına bile varmadan zaman zaman düştüğümüz bir hata var. Öğrencilerin ellerinde sözgelimi pek onaylamayacağımız türden bir kitap gördüğümüzde onlara olumsuz birtakım şeyler söyleyebiliyoruz. Halbuki bugün bizim yaşlarımızda olup da iyi birer okuyucu olan pek çok yetişkinin, işe bir zamanlar Teksas, Tommiks, Zagor gibi macera kitaplarını okumakla başladıklarını da pekâlâ biliyoruz. Keza bizim iki kızımız da dördüncü, beşinci sınıflarda “deli gibi” Thomas Brezina’nın kitaplarını okudular. Altı ve yedinci sınıflarda da Harry Potter dizisini hatmettiler. Hatta küçük kızımız bu dizinin bazı kitaplarını ikinci, üçüncü defa okuyor. Elbette çocuk klasiklerini, Ömer Seyfettin’in, Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarını da okudular. Ama okumak istiyorlarsa bırakalım öbürlerini de okusunlar. Sonuçta onlar da birer “çağdaş masal” kitabı ve okudukları her kitap çocuklarımızı “okuyan insan” olmaya doğru götürüyor. İleride zaten daha seçici olacaklar.
Aklımıza gelmişken şunu da söyleyelim. İlköğretimin birinci kademesinde sınıftaki bütün öğrencilere eşzamanlı olarak “aynı kitabın” okutulmasını ve bunun sınavla denetlenmesini kesinlikle önermiyoruz. Sanıyoruz bu konuda çocuğun “okudum” beyanını kabul etmek daha doğru olur. Belki ilâveten, okuduğu kitaptan sözlü olarak birkaç cümleyle bahsetmesi istenebilir. Yani özet çıkartma veya rapor hazırlatma gibi uygulamaları da doğru bulmuyoruz. Çünkü bu tür uygulamaların, çocuktaki okuma isteğini genellikle olumsuz etkilediğini düşünüyoruz.
Kabul edelim ki “yazmak”, bırakın çocukları, pek çok yetişkine ve hatta pek çok meslektaşımıza bile bayağı zor gelen bir iştir ve “okuma” konusunda az çok mesafe alındıktan sonra, kendi tabiî seyri içinde yavaş yavaş gelişen bir beceridir. Nitekim, deneme türünün ustalarından Francais Bacon da, “Okumak insanı doldurur, başkalarıyla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır.” diyor.
Çok değerli sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, buraya kadar yazdıklarımızın, söylediklerimizin bizzat “kendi” çocuklarımız için faydalı olacağı kanaatini taşıyorsak, şu sınıfça “SESSİZ OKUMA” uygulaması üzerinde lütfen bir kere daha enikonu düşünelim. Başkaları çocuklarını bizlere emanet ediyor, bizler de kendi çocuklarımızı başka öğretmenlere teslim ediyoruz. Kaldı ki, şu anda çocuğumuz olmayabilir, hatta evli bile olmayabiliriz. Fakat bu durum, bize emanet edilen çocukların, “Bu Ülke”nin yarınlarını inşa edecek olmaları gerçeğini değiştirir mi? Sanıyoruz meseleyi daha ziyade bu boyutuyla düşünmemiz gerekiyor. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, öncelikle çocuklarımızın, giderek insanımızın “daha çok okuyan” bireyler haline gelmesi; Türkiyemizin yakın gelecekte “daha çok okuyan” bir ülkeye dönüşmesi büyük ölçüde sizlerin, çocuklarımıza okuma yazmayı öğrettikten sonraki dört buçuk yıllık süreçte, “OKUMA” kavramına yükleyeceğiniz anlama ve bu uygulamaya vereceğiniz öneme bağlı. Yani biz böyle düşünüyoruz.
Bu arada, ihtimal vermek istemiyoruz; ama belki bazı meslektaşlarımız, “Bir tek benim çabamla bu toplum kitap okur hâle gelir mi?” diye düşünebilir. Biz, bu şekilde düşünme lüksümüzün bulunmadığı kanaatindeyiz. Biz bir mum yakalım; biz bir yürümeye başlayalım, bakalım kimler çırasını, el fenerini kapıp koşmaya başlayacak? Hem, bütün büyük yangınlar tek bir küçük kıvılcımla başlamaz mı! Ve biz bulunduğumuz yerde neden o kıvılcım olmayalım? Kaldı ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin her yerinde yıllardır bu işi başarıyla yapan insanlar zaten var.
Değerli meslektaşlarımız, eğer kendi alanınıza bir müdahale ve saygısızlık olarak değerlendirmezseniz sizlerle bir düşüncemizi daha paylaşmak istiyoruz. Biz bir edebiyat öğretmeni olarak ilk beş yılda çocuklarımıza, en fazla kullanılan bazı noktalama işaretleriyle, ilk etapta onlara gerekli olacak bazı yazım kuralları ve bunlara bağlı olarak bazı dil bilgisi konuları dışında “dil bilgisi yüklemesi” yapılmamasının daha doğru olacağını düşünüyoruz. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz bilemiyoruz; fakat hem ilköğretim ikinci kademede hem de lisede tekrar tekrar öğrenecekleri dil bilgisi konularını o körpecik beyinlere “tıkıştırmaya” çalışmak, yani bir anlamda o küçük küçük yavruları daha o yıllarda “gramere boğmak” bize hiç ama hiç doğru bir uygulama gibi görünmüyor. Hatta böylesi bir uygulamanın, çocuklarımıza yaptığımız büyük bir eziyet ve hatta kötülük olduğunu düşünüyoruz. (Eğer, müfredatta yoksa ve buna rağmen daha birinci sınıfta gramer öğretmeye başlamamızın gerekçesi olarak; il millî eğitim müdürlüklerince zaman zaman yapılan il genelindeki seviye belirleme sınavlarında, Türkçe dersinden gramer bilgisine yönelik soruların da bulunmasını gösteriyorsak o taktirde, beşinci sınıfın sonuna kadar yapılacak sınavlarda, gramer bilgisini ölçmeye yönelik soru sorulmaması için hemen girişimde bulunalım.) Kaldı ki Türkçe’yi bu şekilde sevdirmek de mümkün değil. Sanıyoruz onlara dilimizi sevdirmenin en güzel yolu, bu dille yazılmış güzel masalları, ninnileri, tekerlemeleri, şiirleri, hikâyeleri, hatıraları, gezi yazılarını, biyografileri ve saireyi bol bol okutmaktan geçiyor.
Böyle yaptığınızda, yani gramer öğretme işine sadece gerektiği kadar yer verip, sessiz okuma saatleriyle öğrencilerinizi birer “okuma tutkunu” olarak yetiştirerek altıncı sınıfa gönderdiğinizde, ikinci kademedeki bazı Türkçe öğretmeni meslektaşlarımız, “Bu çocuklara hiçbir şey öğretilmemiş, ne kelime çeşitlerini biliyorlar, ne cümlenin öğelerinden haberleri var, ne isim tamlamasını biliyorlar ne sıfat tamlamasını.” diyerek sizi gıyabınızda eleştirirler mi bilmiyoruz. Doğrusu biz hiçbir Türkçe öğretmeni arkadaşımızın böyle bir eleştiride bulunacağına ihtimal vermek istemiyoruz; ama eğer böyle bir şey yaparlarsa, bunun da kesinlikle kaale alınmaması gereken bir eleştiri olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem zaten bütün dil bilgisi konularını da siz öğrettikten sonra, ikinci kademede o arkadaşlarımız çocuklara dil bilgisi adına ne öğretecekler ki! Ayrıca, okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandıramadıktan sonra, çocuklarımıza Türkçenin bütün dil bilgisi konularını öğretsek (daha doğrusu ezberletsek) ne olur, öğretmesek ne olur.
Değerli sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, ilk bakışta konumuzla pek ilgisi yok gibi görünen, gerçekte ise çok yakından ilgili olduğunu düşündüğümüz iki hususta da, hoşgörünüze sığınarak sizlerle üzüntümüzü paylaşmak istiyoruz.
Öncelikle, birinci sınıftan ikinci sınıfa geçen öğrencilerin anne babalarına, yaz tatilini değerlendirmek adına çocuklarına test kitabı almalarının önerilmesi bizi gerçekten çok üzüyor. Elbette her sınıf öğretmeni arkadaşımız böyle yapıyor iddiasında değiliz. Bir kitapçıda karşılaştığımız örnek bu konuda “tek örnek” dahi olsa, o sınıftaki öğrenciler adına üzüldük. Biz hiç değilse beşinci sınıfın sonuna kadar çocuklarımızın, test kitaplarının soğuk yüzünden olabildiğince uzak tutulup masal, sonrasında da hikâye ve şiir kitaplarının canlı, renkli, resimli, cıvıl cıvıl sıcak dünyasına yönlendirilmelerinin, onların gelecekteki kişilik gelişimleri, mutlulukları ve başarıları adına çok daha yararlı olacağını düşünüyoruz. Kaldı ki bu çocuklar ileriki yıllarda zaten çok fazla test çözecekler, öyle değil mi ?
O mini mini yavrularla ilgili olarak üzüldüğümüz bir diğer husus da, maalesef “bazı” sınıf öğretmenlerimizin, çocukları bıktıracak hatta “okul”dan da “okumak”tan da bezdirecek şekilde ev ödevi vermeleri. Tabiî bu durumda da olan yine sorumluluk katsayısı yüksek çocuklara oluyor. Diğerlerinin ödevlerini ya anne babaları yapıyor ya da onlar ödevlerini yapmadan geliyorlar. Elbette iyi niyetle ve okulda öğrettiklerimizin pekiştirilmesi amacıyla verdiğimiz, bu türden “çok fazla zaman alıcı” ödevler, belki de bu “OYUN ÇOCUKLARININ” daha en başta “okul”dan ve “okumak”tan soğumaları sonucunu doğuruyor. Bu iki hususun bir “eleştiri” olarak değil; fakat çocuklarımız adına duyduğumuz bir üzüntünün paylaşılması olarak kabul edilmesini özellikle istirham ediyoruz ve bir kere daha hoşgörünüze sığınıyoruz. Sonuçta her şeyi çocuklarımız ve “Bu Ülke”nin, hatta insanlığın geleceği için yapmıyor muyuz?
Görüldüğü gibi bu uzun “mektup” büyük ölçüde sınıf öğretmeni meslektaşlarımızla bir “sohbet” niteliği taşıyor. Ancak yeri geldikçe; Türkçe ve edebiyat öğretmeni arkadaşlarımızla da birtakım düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştık. “Son söz”den önceki bu iki paragrafta da ortaöğretim kurumlarında görev yapan edebiyat öğretmeni meslektaşlarımız ve “müdür” sıfatıyla çalışmakta olan arkadaşlarımızla bir düşüncemizi paylaşmak istiyoruz. Özellikle, çok programlı liseler de dahil, meslek liseleriyle genel liselerde (hoş artık genel liseler tarihe karışıyor ya) çalışan branştaşlarımız, öğrencilerinin “okuma” konusuna uzak ve ilgisiz oldukları ön kabulünden hareketle başlangıçta kendileri, “okuma”yla ilgili önerilerimize mesafeli durabilirler. Fakat temin ediyoruz, bu arkadaşlarımız birazcık fedakârlık gösterdikleri takdirde durumun hiç de düşündükleri gibi olmadığını büyük bir memnuniyetle görecekler. Biz bugüne kadar hiç meslek lisesinde çalışmadık. Ancak 2009-2010 eğitim öğretim yılının ilk döneminde görev yaptığımız Ortaklar Lisesi bir “genel” liseydi. Ve bu okulda, yukarıda bahsettiğimiz yöntemle çok güzel sonuçlar aldık. Hele üç saatlik Türk Edebiyatı dersinin bir saatini, iki haftada bir de olsa “okuma saati” olarak değerlendirmek, öğrencilerdeki okuma eğilim ve isteğini daha da artırdı. Bu bağlamda, genel liselerle meslek liselerinde görev yapan edebiyat öğretmeni arkadaşlarımıza şunu önerebiliriz. Bu işe daha hevesli ve istekli olan arkadaşlarımız, öncelikle dokuzuncu sınıflar olmak üzere, dokuz ve onuncu sınıfların derslerine girerlerse inanıyoruz ki bu okullarda da çocuklarımıza “okuma” bilinci kazandırılması konusunda çok şey yapılabilir.
Bu okullarda ve aslında bütün ortaöğretim kurumlarında “müdür” sıfatıyla görev yapan arkadaşlarımız da, her eğitim öğretim yılının sonunda veya başında ama mutlaka ders programları yapılmadan önce edebiyat zümresiyle, gündemi sadece bu konu olan bir toplantı yaparlar ve “öğrencilere kitap okutma konusunda daha istekli ve gayretli olan arkadaşlarımızın” dokuz ve onuncu sınıfların derslerine girmeleri yönünde telkinde bulunurlarsa umuyoruz istenen sonuç büyük ölçüde hasıl olur. Sonuçta bu çocuklar üniversiteye devam etseler de etmeseler de, önce çeşitli alanlarda iş güç sahibi ve sonrasında da anne baba olarak hayattaki yerlerini alacaklar. Peki bu çocukların; Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın “Annenin Kitabı”, Prof. Dr. Halûk Yavuzer’in “Çocuk Eğitimi El Kitabı”, Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun “Çocuk Ruh Sağlığı” ve benzeri eserlerini okuyarak kendi çocuklarını bedenen ve ruhen sağlıklı bir şekilde yetiştirmeye; Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun “Savaşçı” ve benzeri kitaplarını, Prof. Dr. Üstün Dökmen’in eserlerini okuyarak kendi hayatlarını daha anlamlı, olumlu, coşkulu ve verimli bir şekilde yaşamaya hakları yok mu? Eğer “okuma” konusunda belli bir “disiplin”e sahip olmazlarsa bu kitapları okumaları, hatta bu kitapların varlığından haberdar olmaları mümkün mü? Takdir elbette arkadaşlarımızın. Biz eğitim konusunda yapacağımız hiçbir fedakârlığın boşa gitmeyeceğine ve olumlu sonuçlarının er veya geç geri döneceğine inanıyoruz. Belki bu sonuçlar doğrudan doğruya bize değil de, çocuklarımıza, yeğenlerimize, torunlarımıza, uzak torunlarımıza filan yarar. Yani bu topluma yarar, “Bu Ülke”ye yarar. Bu bakımdan, hangi tür okulda okursa okusun bütün öğrencilerin bu konuda kendilerine rehberlik edilmesini hak ettiklerini düşünüyoruz. Okuma bilinci kazandıramadığımız çocuğumuza (kendi çocuğumuza), gittiği okulda dersine giren bir edebiyat öğretmeni tarafından okuma alışkanlığı kazandırılması bizi ne kadar memnun eder değil mi?
Son söz: Türkçe dersine ayrılan haftalık sürenin yarısını veya hiç değilse üçte birini, düzenli olarak “SESSİZ OKUMA”ya ayıran ve bu işi candan yürekten yapan bütün sınıf öğretmeni arkadaşlarımıza; ikinci kademede haftada bir saati, sınıfça kitap okumaya ayıran bütün Türkçe öğretmeni meslektaşlarımıza ve liselerde de hiç değilse dokuz ve onuncu sınıflarda uygun derslerde (Türk Edebiyatı veya Dil ve Anlatım) her ay bir kitap okutan ve yine Fen Bilimleri dışındaki alanların Dil ve Anlatım derslerinde haftada bir saati okumaya ayıran bütün edebiyat öğretmenlerimize buradan bütün kalbimizle teşekkür ediyoruz.
İnanıyoruz ki, okuma zevk ve alışkanlığı kazanmasına yardımcı olduğunuz (olacağınız) her öğrenci sizi, ömrünün sonuna kadar hayırla yâd edecek, size minnet ve şükran duyacaktır. “Bana okuma alışkanlığını filan (sınıf, Türkçe veya edebiyat) öğretmenim kazandırdı.” diyecektir. Doğrusu bu son cümlenin “ÖZNESİ” olabilmeyi çok isterdik.
Dünyaya tekrar gelsek ve meslek olarak yine öğretmenliği seçecek olsak, sanıyoruz bu defa sınıf öğretmenliğini tercih ederdik. Bir çocuğa daha en başta “okulu”, “okumayı” sevdirmek az şey mi?
Bu uzun yazıyı, Bacon’ın bir başka sözüyle bitirelim: “Kurnaz insanlar okumayı küçümserler, basit insanlar ona hayran olurlar, akıllı insanlar ise ondan faydalanırlar.”
NOT 1: Bu yazı esasen bir “proje” yazısı değil. Zaten üst başlığı da yazıya sonradan ilâve ettik. Fakat biz, idealist sınıf öğretmeni (ve elbette Türkçe, edebiyat öğretmeni) meslektaşlarımızın, çocuklarımızda okuma bilinci oluşturma konusunda, kendi tecrübeleriyle özgün yöntemler geliştirerek harikalar yaratacaklarına inanıyoruz.
NOT 2: Bu yazı ilk kaleme alındığı günden bu yana hem pek çok değişikliğe uğradı hem de hacim olarak çok genişledi. Birçok kere, artık son şeklini aldı diye düşündük, peşinden aklımıza başka hususlar geldikçe ara ara ilâveler yaptık. Hatta bu yüzden yazının insicamı bir miktar bozuldu. Fakat sanıyoruz artık bu konuyla ilgili olarak söyleyeceğimiz her şeyi de söylemiş olduk.
Dileğimiz, yazımızın başta Türkiye’deki bütün sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri olmak üzere bütün öğretmenlere, bütün ilköğretim okul müdürlerine, bütün ortaöğretim kurumu müdürlerine ve “bu konuyu kendine dert edinen herkese” ulaşması. Bu hedefe katkıda bulunacak gönüllülere şimdiden teşekkür ediyoruz.
NOT 3: Biz bu yazının bu hacme ulaşmamış altı yedi sayfalık halini ve yine çok yararlı olduğuna inandığımız “Okumayı Sevdirme Yolları” adlı kitabı tanıttığımız, kitapla aynı başlığı taşıyan iki sayfalık bir başka yazıyı, 2009-2010 eğitim öğretim yılının ilk döneminde PTT Kargo ile seksen il millî eğitim müdürümüze göndermiştik. (O zaman Burdur İl Millî Eğitim Müdürümüz Sayın Recep YİĞİT, diğer birçok il millî eğitim müdürümüz gibi geri bildirimde bulunmuş ve her iki yazıyı da hem İl Millî Eğitim Müdürlüğünün internet sitesine koydurmuş, hem de –sanıyoruz- ilçelere ulaştırmıştı. Ki kendisine bu vesileyle bir kere de buradan teşekkür ediyoruz.) Aynı yazıları Aydın İl Millî Eğitim Müdürlüğüne ise elden ulaştırmıştık.
Şimdi bu yazıyı “bu hâliyle” ikinci defa bütün il millî eğitim müdürlerimize ve yine hiç değilse her ilden bir ilçe millî eğitim müdürümüze göndermek niyetindeyiz. Halisane arzumuz, il millî eğitim müdürlerimizin, kendi illerindeki bütün ilçe millî eğitim müdürlerine; ilçe millî eğitim müdürlerimizin, ilçelerindeki bütün okul müdürlerine; okul müdürlerimizin, okullarındaki elektronik posta adresi olan bütün öğretmenlere bu yazıyı ulaştırmaları… Okul müdürlerimizin ayrıca yazıcıdan çıkaracakları bir nüshayı dosyalayıp öğretmenler odasına koymaları… Yine ilköğretim okul müdürlerimizin, sınıf ve Türkçe öğretmenleriyle; lise müdürlerimizin de edebiyat öğretmenleriyle gündemi sadece bu konu olan toplantılar yapmaları ve yine bilhassa sene başı kurullarında bir gündem maddesi olarak bu konu üzerinde durmaları.
İşte o zaman biz de kendimizi, “Bu Ülke”ye ve “Bu Ülke”nin çocuklarına karşı borcunu bir nebze de olsa ödemiş sayacağız. Tabiî bütün bunlar, az önce de belirttiğimiz gibi bizim halisane arzumuz. Takdir elbette sayın müdürlerimizin. Yoksa, meslek hayatında “bir gün” bile yöneticilik yapmamış biri olarak müdürlerimize ne yapacaklarını söylemek gibi bir hadsizliğe düşmeyi asla aklımızdan geçirmedik. Sadece sesli düşündük, o kadar.
Nevzat YÜKSEL
Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Germencik / AYDIN