Dün 17 Ağustos’tu ve bu korkunç tarihi hatırlamayanınız var mı? Öldüren bir anıyla bir kez daha hatırlayalım…
Yıl 1999 Ağustos’un 17’si, bu tarihi kim unutabilir ki? Yurdumun en makyajlı yanı, gece karanlığında korkunç bir çığlıkla irkilmişti… Kimisi en tatlı uykusunda yakalanmıştı ölümün o soğuk ansızlığına ,kimisi fabrikalarda iş başında, kimisi de bir kahvenin telvesinde buğulanan zamanında…Ama en zoru da, bir çocuğun annesinin nefesinde ölüme dokunuşlar bırakırken, sırtına bir dağ binmiş yüküyle tükettiği anında..
Bu yardım organizasyonlarından biri de oradaki evsiz ya da kimsesiz kalan çocuklara gereken eğitimi verebilmekti...Bu da “Kızılay” ve “Mehmetçik Çadır Kentleri’nde” açılan çocuk rehabilitasyon merkezlerinde gerçekleştiriliyordu…Deprem merkezlerine yakın olan üniversiteler ise her hafta bir öğretim görevlisinin liderliğinde yedi öğretmen adayı öğrenciden oluşan eğitim grubunu bu “Çadır Kent’lere” (genellikle 4.sınıf öğrencileri) göndererek katkıda bulunuyorlardı..... Uludağ üniversitesi de bu gönüllü yardım kuruluşların içindeydi ve ben Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü 4.sınıf öğrencisiydim….
Aylardan Kasım üstelik çok soğuk bir sonbahar akşamıydı ,depremin yakıp yıktığı yerlerden biri olan “Değirmendere” kasabasına vardığımızda…Yolda giderken önce Yalova’nın yıkık,dökük ve caddelerinde tozdan bulutların bizi tepeden tırnağa acıtırcasına o anı nasıl hatırlattığını görmüştük.. Depremin insafsızca onca cana mezar olduğunu asıl Karamürsel ve sonrasında Değirmendere’ye varınca iyice anlayabilecektik.. Olduğumuz yerde buz kesilmiştik…Her yer harabe birer şehir gibiydi,yaşam suskun,apartmanlar sanki kendinden çalınanı ortalık yere kusuyor gibiydi ….
İlk gün erkenden kalktık, öyle bir soğuk vardı ki dışarıda kalanı olduğu yerde dondurmaya niyetliydi….Çocukların toplandığı merkeze gittiğimizde karmaşık bir durumun var olduğu depremin olduğu o ilk hafta kadar belliydi…Önce çocukları yaş gruplarına göre ayırtmaya çalıştık.Altı yaş grubundan tutun, on yedi-on sekiz yaş gruplarına dek öğrenciler vardı…6-8 yaş gruplarından bir sınıf,9-14 yaş gruplarından bir sınıf ve geri kalanı da bir sınıfta toplayarak toplam üç tane sınıf oluşturduk… Ben 6-8 yaş grubunun eğitimini üstlendim ve hemen çocukları sınıfa(çadır sınıf)alarak bir plan dahilinde onları gün boyu burada tutmaya ve özellikle de gerçek depremin gözlerinde oluşturduğu o yıkıntı korkusunun hiç olmasa minik yüreklerine bir yara gibi sinmesine mani olmak adına ,çeşitli şarkı,oyun,bilmece ve eğlenceli etkinliklerle hep birlikte güzel vakitler geçirmeye başlamıştık…
Birinci,ikinci gün derken,yavaş yavaş ben onlara,onlar da bana alışmaya başlamışlardı…
Artık en ufak bir sesle hepsi korkudan dışarı fırlamıyor ve hatta elektriğin gitmesine bile kendini çadırdan dışarı atarak tepki vermeler azalıyordu git gide… Bu arada ters giden bir şey vardı sınıfta,yedi yaşında “Hale “ isminde dünyalar tatlısı bir kız çocuğu ,durduk yerde aksilikler çıkarıyor,söz dinlemediği gibi yaptığı huzursuzluklarla sınıfın da havasını bozuyordu…Ben ise daha çok tecrübesiz, acemi ve aldığım eğitimin pratikte işe yaramasının aslında bir öğrenme sürecinden çok,tecrübe ve deneyimlerle olabileceğini ilk kez bütün çıplaklığıyla öğreniyordum.. Ama öğrenemediğim tek şey, Hale’nin bu huzursuzluklarının nedeniydi.. Ne olabilirdi ki ,zaten onlara bütün sevgimi göstermeye çalışıyor, oyunlar oynayarak depremin onlarda yarattığı o psikolojik gerilimi üstlerinden attırmaya çalışıyordum.…Öncelikle sabır denen o büyüleyici kelimeye sarıldım sımsıkı, Hale’nin yaptığı her şeye tepkisiz kalarak ona ilgi göstermediğimi görüp belki yaptığı bu yaramazlıklardan vazgeçer diye düşünmüştüm,kendi bilgisizliğimce…
Oradaki görevimin biteceği son günüydü veya bir öğretmen olarak hayatım boyunca müthiş bir öğrenmeyle sarsılacağım ilk gün….Hale, yine her zamanki gibi çantasını sağa-sola fırlatıyor,ağlıyor, sınıfta kalmak istemiyor,çıkıp gitmek ve bu yere bir daha geri dönmemek istiyordu…. Sonunda ben de belki tecrübesizliğimin, acemiliğimin kurbanı olup bir öğretmene-eğitimciyim diye ortalık yerde dolanan kişiye hiç yakışmayacak bir karar ile Hale’nin kolundan tutup dışarı çıkardım ve ders sonuna kadar burada kalmasını istedim….Sınıfa dönüp diğer çocuklarla “işte sonunda ben kazandım” edasıyla hiçbir şey olmamış gibi derse devam ediyordum…Oysa öyle bir kaybediyordum ki yıllar geçse yüreğimin bir yerine saplanan bıçak misali bir olay ile kaybediyordum işte.......
Nihayet dede kendine geldi ve boğazında düğümlenen birkaç cümle kırıntılarıyla mezarlığın olduğu yere gitmemiz gerektiğini söyledi…Ben şimdi daha da meraklanıyordum ve merakımdan ölecektim oracıkta…Kendi kendime bu adam niye konuşmuyor acaba önceden de mi böyleydi, ya da kederlerini içine atan biri miydi?. Yoksa depremden sonra korkudan kekeme mi oldu?, ,Ya da ne?.....Çadır kenti ile mezarlık arasında en fazla 500 metre vardı ama o mesafe bugün hala gidiyorum da bir türlü varamıyorum,bugün hala yürüyorum oraya varmak istemiyorum gibi geliyor bana….Hani o 45 saniyenin 45 saat gibi geldiği an gibi..Hiç farkı yoktu o an ile mezara yürüdüğümüz yolda tükettiğimiz zaman arasında…Kederden,hüzünden, korkudan yapılmış ne kadar duygu yığını varsa hepsi çörekleniyordu soğuk bir yılan gibi her yerime… Sonunda dede önde, ben arkasında vardık varmaz olaydık o yere….Ama o da ne,uzakta toprağı,bugün gibi kokan mezar ve mezarın üstüne kapanmış benim sınıftan attığım küçücük Hale…Mezar taşında ikiz erkek çocuk fotoğrafı yapıştırılmış ve ölüm tarihi 17.08.1999.. İsterseniz ben burada susayım ve şu anda yazacaklarıma gözlerim engel,vicdanım kızgın, ellerim titrek ve utangaç, ufuklarımda dağ başları bulutlanır,yağmurlar yağdırır,seller bulanık akar şakaklarımda şimdi.….. Yazamıyorum işte, kolay mı yazmak,bu yürek tanıktır o taş parçalayan manzaraya konuşamadım,çok ama çok utandım kuşkusuz kolay değildi konuşmak… Birden, dede dile geldi “deprem gecesiydi” dedi…”Önce uğultulu bağrışmalarla uyandık,her yer birbirine girmişti.,biz durmadan sallanıyorduk..Apartmanın birinci katında oturduğumuz için kaçmaya karar verdik.. Evde ben, üç torunum ,oğlum,gelinim vardık..İlk önce ben çıktım, Hale yanımda yattığı için onu kucağıma alıp dışarı fırladım..Oğlum ve gelinim de kalktılar, gördüm onları, arkamdan geliyorlar diye biliyordum.
Ama ben tam dışarı atmıştım ki adımımı,apartmanımız büyük bir gürültüyle çatladı her yandan,ben de o an bağırmaya başladım,zaten herkes bağırıyordu..Kimsenin sesi kimseye gitmiyordu, ama gelinimin baba!!!! Dediğini hatırlıyorum, o anda kucağında torunlarımdan Yağmur ile yıkıntının altında kaldılar,sanırım oğlumun kucağında da…….. Allah’ım ismini unuttum ,kızım,biricik torunum çok özür diliyorum bak ismini unuttum senin, Allah’ım alsaydın canımı ruhum boğazımda kafeslerde sıkıştırılmış gibi şimdi, oğulcuğumun adını unuttum,öleyim daha iyi ….neydi……diğer torumun vardı evimiz bize mezar oldu saniyeler içinde… Hale annesine koştu, ben kolundan tuttum yere düştü, bak yüzündeki yara daha iyileşmemiş, bu yüreğimde işleyen öyle bir yara ki yaşadığımı sanma sakın,biraz olsun unutuyorum ama,her gün Hale sınıftan çıkıp buraya gelince ve benim de gelip onu burada kardeşlerinin mezarına böyle kapandığını görünce ,sanki çok günahkarmışım gibi, her gün kaç kez acı çeke çeke ölüyor tekrar diriliyorum ..
Hem dedenin,hem de benim yüzümde yaşlar sel olup akıyordu,dedenin anlattığı hikayede. Çocukluktan beri ilk kez ağlıyordum,bütün gururları bir kenara elimin tersiyle iterek.. Hale ise yüzünde çocuksu gülücüklerden eser yok, mermerdeki kardeşinin fotoğrafına konan tozları siliyordu,yüreğini sürte sürte…….İşte o an,ben bir şey öğreniyordum bir şey ki içinde çok şey gizli….”Her sonuç bir sebebin aynasıdır” diyordu bana Hale…”Benim annem,babam kardeşlerim ölmüş,bir deprem beni can evimden yaralamış,sevdiklerimden insafsızca koparmış, sen bana sus, otur, ağlama, konuşma diyorsun ”der gibi bakıyordu. Her davranışın altında bir gerçek vardır öğretmenim(!), anlamanızı bekleyen,biraz olsun sizi düşünmeye davet eden..,,, Hep bir çocuk vardır farlı durumlara büründüğünde empati kurarak onu anlamak için birazcık olsun zahmete katlanmamızı sabırla isteyen……