Cevap:Öğretmene Öğretmenliğe, Eğitime Dair Yazılar... (24.6.2013 18:02:42)
Öğretmenler Eğitim Sisteminin ALTINDA KALMIŞTIR!
Öğretmenler Eğitim Sisteminin Neresinde?
Milli Eğitim Temel Kanununun milli eğitim sistemine yüklediği görev; Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı destekleyerek hızlandırmak ve nihayet Türk Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır. Bu görevin öncelikli muhatabı öğretmendir.
Kanunda belirlenen bu amaçlardan yola çıkarak şunu söylemiş olursak, abartmış olmayız:
Türkiye Cumhuriyeti kendi varlığını (öğretmenler) eliyle sürdürme yolunu seçmiştir.
Temel sorunlarımızdan biri, eğitim sisteminden beklediklerimizle onu gerçekleştirecek olanlarla ilgili algımız arasındaki çelişkidir. Eğitim sisteminden beklediklerimiz bir ülkenin kaderini belirleyecek kadar büyük ama onu gerçekleştirecek olan ÖĞRETMENE yönelik algı bir o kadar küçük. Bu çelişkiyi ortadan kaldıramadığımız sürece diğer sorunları konuşmak, teoriler üretmek, köklü bir çözüm getirmeyecektir.
Eğitim adına ne yapıyorsak, önce sınıfta, öğretmen ve öğrenci arasındaki ilişkinin başarısı içindir. Bakan, bakanlık, il ve ilçe müdürlüğü, okul müdürü, müfettiş, veli, hizmetli, memur sınıfın dışındaki herkes, sınıftaki ilişkilerin başarısına hizmet eden kişilerdir. Oysa eğitim yönetimi anlayışımız bununla tamamen çelişmektedir.
Bugünkü eğitim yönetimi yaklaşımımız, tepesi üzerinde yürüyen bir insanın durumuna benzemektedir. Elbette ki böyle yol almaya kararlı birinin hemen yorulması, düşmesi, tökezlemesi, etrafındakilerin üzerine yıkılması olağandır. Kariyer basamaklarında yükselme uygulaması ile öğretmenin üzerinde uzman ve başöğretmenler yer almaktadır. Öğretmenin yeri bu piramitte yükselmiş oluyor mu takdir sizin.
Türkiye'de eğitim yönetimi, öğretmenlik mesleğini ortadan kaldırmakta, öğretmen adı altında sınıflarda görevlendirilen memurlara dönüştürmektedir çünkü öğretmenin hiyerarşik yapılanma içindeki yerini doğru olarak belirlenmemiştir. Anadolu Eğitim-Sen olarak biz bu yapılanmanın piramit değil çember oluşturması gerekliliğine inanmaktayız.
Milli Eğitim Bakanlığı hiyerarşik yapı içinde öğretmeni en alt seviyeye iterken, bir yandan da öğretmen niteliğini, yeterliliğini sorgulamakta, her başarısızlığı öğretmene fatura etmektedir. Bakanlıkça, öğrenciyi Tanıma, öğretimi Plânlama, materyal geliştirme, öğretim yapma, öğretimi yönetme, başarıyı ölçme ve Değerlendirme, rehberlik yapma, temel becerileri geliştirme, özel eğitime gereksinim duyan öğrencilere hizmet etme, yetişkinleri eğitme, ders dışı etkinliklerde bulunma, kendini geliştirme, okulu geliştirme, okul-çevre ilişkilerini geliştirme… gibi başlıklar altında öğretmende olması gereken 200'ün üzerinde özelliği sıralamaktadır.
Eğitim yönetiminde, bakanlık merkez teşkilatındaki makamların hiçbirinde bu çapta yeterlilik aranmaktadır. ÖĞRETMEN olmak bile şart değildir.
Öğretmenlik, öğretebilme, karşısındakinin bilmesini sağlamaya indirgenebilecek iş değildir. Bu mesleğin, sanatsal bir yönü, idealist olma ve sabırlı olma yönü vardır. Öğretmeni sınıfa girmeden önce uzmanlaştırmak zorundayız. İnsanlar üzerinde deney yapmamalıyız. Bu gün ne yazık ki pek çok (öğretmen) öğretmenliğini öğrenciler üzerinde deneyerek öğreniyor. Verdiğimiz hasara (eğitim zayiatı) mı diyeceğiz?
Nerede öğretmenlerin sorunları konuşuluyorsa orada, haklı olarak Cumhuriyetin ilk yıllarına yönelik bir öykünmeye tanıklık ederiz. Cumhuriyetimizin en genç ve kuşkusuz en başarılı Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati'dir. Bakanımız 1928-29 eğitim-öğretim yılı başında, yeni mezun öğretmenlere yazdığı mektupta şunları söylüyordu: "Oraya varır varmaz yol donatım bedelini de alacaksın. Yollarda yardımda bulunmaları için Milli Eğitim yetkililerine gerekli emir verilmiş olduğundan, istasyon, terminal gibi yerlerde yakalarında yıldız bulunan görevliler seni bekleyecek, rehberlik edeceklerdir).
Ülkenin ağır ekonomik şartlarına rağmen maaş, yolluk, sağlık giderleri ve benzeri özlük haklarının karşılanmasında çok duyarlılık gösterirdi. Aynı duyarlılığı göstermeyen sorumlulara hoşgörülü olmazdı. O, öğretmenlerin maaşının zamanında ödenmesinde duyarlı olmayan bir valiyi, "Öğretmen ve eğitime böyle saygı ve ilgi duymayan bir vali ile çalışamayacağım" diyerek görevinden alabilmiştir. Ki aynı dönemde bir öğretmenin aldığı maaş, valilerinki ile eşdeğerdi. Bu gün bir öğretmenin maaşı aynı derecedeki valinin maaşının çeyreği bile değildir. Maaş, yolluk, sağlık giderleri, eğitime yön verme açısından 80 yıl öncesini arıyor, anıyor olmak üzücüdür.
Ne oldu da yokluklar içindeki bir cumhuriyetin öğretmenine verdiği önem ve ona bağlı olarak öğretmenin sosyal statüsü zaman içersinde azaldı ve hatta yok olma noktasına geldi? Cumhuriyet Türkiye'sinin inşa edildiği günlerden daha zor bir şartlarda olmadığımıza göre öğretmen niteliği, eğitimi için, ekonomik ve sosyal statüsü için yatırım yapmak, öncelikler arasında üst sıralarda tutmaktan neden vazgeçtik?
Japonya'da yapılmış geniş çaplı bir araştırmaya göre eğitimden ve onun en önemli bileşeni olan öğretmenler üzerinden yapılan her bir birim tasarrufun orta vadede ekonomiye 7 birim zarar olarak yansıdığı sonucuna ulaşılmıştır. Türkiye'de 1950 lerden başlayarak yürütülen neoliberal politikalar, eğitimin ülke ekonomisine yük olarak algılayan yaklaşımlar yüzünden topluma fatura edilen zararı somut olarak paylaşıyoruz.
Bakmayın Türkiye'nin (uluslar arası öğretmen hakları bildirgesine) imza atmış olmasına, (Devlet Memurları Kanunu) gibi koruyucu, kollayıcı bir kanunun sağladığı güvenceye veya Öğretmenlerin bu ülkede ve birçok ülkede mesleklerinin getirdiği hakları yoktur.
Doktor, hijyen koşulları sağlanmamış, gerekli aletler hazırlanmamış, kendisine yardımcı olacak kişiler hazır hale gelmemiş bir ortamda, (ben bu ameliyatı yapmıyorum) diyebilir mi? Bir yargıç, göreceği davada alacağı en doğru karar için gerekli bilgiler dosya konmadan, tanıkları dinlemeden, davayı tamamlayabilir mi? Kendisine bunu yapacaksın dendiğinde, ben bu davadan çekiliyorum diyebilir değil mi? Örnekleri çoğaltmak mümkün. Doktor, ameliyatı yapmıyorum diyebilir, yargıç davadan çekilebilir. Benzer bir durumu, öğretmenler açısından düşünelim. 50 kişilik bir sınıf, çocuklar oturacak yer bulamıyor, ders içerikleri bilimsellikten uzak hatta dersin gerekliğine öğretmen kendisi inanmıyorken biz NİTELİKLİ EĞİTİM bekliyoruz.
Oysa:
* Öğretmenin makul mevcutlu sınıflarda ders yapma,
* İşiyle ilgili hazırlıkları okulda ve uygun ortamda yapma,
* Yeter derecede eğitim materyalleriyle donatılmış bir ortamda ders yapma,
* Normal bir yaşam sürdürecek kadar ücret alma,
Ders programlarının ve öğretim yöntemlerinin belirlenmesinde ve okulda eğitimle ilgili alınacak kararlarda söz hakkı ve belirleyici olma gibi hakları olmalıdır.
Bunun içinde önce, öğretmenliğin bir meslek olarak kabul edilmesi gerekir. Herkes birilerine bir şeyler öğretebilir, iyi bir mühendis, bir matematik öğretmeninden matematiği daha iyi bilebilir ve öğretebilir. Biz ısrarla öğretmenlik mesleğini, öğretebilme fiili üzerinden tanımlıyoruz. Zaten adımız da buna uygun. Öğretmenlikte, öğretebilme, işin sadece bir yönüdür. Öğretmenlik, öğretebilme, karşısındakinin bilmesini sağlamaya indirgenebilecek iş değildir. Sanatsal yönü, becerileri unutulduğunda iş BELLETME haline gelir.
Giderek yaygınlaşan bir başka yaklaşımda okulun market, öğrencinin müşteri, öğretmenin de bu talebi karşılayan olarak tanımlanmaya çalışılması, öğretmenin müşteri memnuniyetine göre değerlendirilmesidir.
Hiçbir yapı var oluş nedeni ve başarı gerekçesiyle Milli Eğitimin sisteminin başarısız olmasından beslenmemelidir. Buna özel okullar, dershaneler ve sendikalar da dahildir. Kimi ülkelerde eğitim, kendiliğinden piyasa koşullarına göre şekillenmiş, dolayısıyla arz ve talep kendi içinde bir çözüm üretmiştir. Oysa ülkemizde, eğitim talebini de arzı da devletin kesin çizgilerle biçimlendirdiği açıktır. Bu yaklaşım, Cumhuriyetimizin öğretmen algısıyla tamamıyla ters düşmektedir.
4x3 Eğitim sistemine geçildikten sonra 81 ilde binlerce öğretmenimize sistem değişikliği öncesi ve uygulama başladıktan sonra bakanlık veya STK lar tarafından (görüşlerinize başvuruldu mu) diye sorduk. Öğretmenlerimizin 94.3 ü HAYIR diye yanıtladı.
Öğretmenliğin, kendisinin uzmanlık mesleği olduğunu reddedip kendi içinde uzmanlık aşamaları yaratmakta, sözleşmeli, kısmi zamanlı, vekil öğretmen gibi olağan durumların dışında devreye sokulacak çalışma biçimlerini yaygınlaştırmaktadır. Bu anlayışın getirdiği düzenlemeler, öğretmenlik mesleğini, işçi statüsüne indirgemektedir. Ülkenin var olan kaynaklarının nereye aktarılacağı bir tercih meselesiyse, sistem değişikliği için yapılan harcamalar, bilgisayarlar ve ücretsiz ders kitaplarına gelinceye kadar akademik, ekonomik ve sosyal açıdan yoksunluk içindeki öğretmenlerin önceliği gözetilmelidir.
Türk Milli Eğitimi, Sistemsizliği Sistemleştirmiştir!
Bir sonuç elde etmeye yarayan yöntemler düzenine SİSTEM denir. Türkiye'de eğitime dair yöntemler dizinin bir SİSTEM oluşturduğunu söylemek zor. Sistematik olarak değişen yöntemler SİSTEMSİZLİĞİ eğitim sistemi haline getirmiştir.
Bilimsel olmaktan çok siyasi kaygılarla kurgulanan eğitim süreci yalnızca öğretmenleri değil, velileri hatta öğrencilerin gerçek ihtiyaçlarını ve potansiyellerini de YOK saymaktadır.
Ülkenin demografik yapısını, kaynaklarını ve ihtiyaçlarını analiz etmeden eğitim sistemini planlamak mümkün olamaz. Net bir eğitim politikası olmayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti yalnızca zamanını, parasını değil nesillerini de deneysel eğitime kurban vermektedir.
Dünya'daki başarılı eğitim sistemleri yetkin kadrolarca, EĞİTİMCİLER TARAFINDAN kurgulanmış, pilot uygulamalarla sınanmış, ülkenin yerel koşulları ve ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu anlaşıldıktan sonra KALICI olmuşlardır. Ülke koşulları ve ihtiyaçları değişmediği sürece sistem değişikliği yapılmaz.
Yalnızca askeri, siyasi değil BAŞÖĞRETMELİĞİ ile de dehasını ispatlamış olan Mustafa Kemal ATATÜRK, Kurtuluş Savaşı sürmekte iken 1921 de MAARİF KONGRESİNİ toplayarak Türk Milli Eğitim Sistemini planlama yoluna gitmiştir. Bu toplantılar Heyeti İlmiye adıyla aralıklı olarak devam ederken 1933 de yasal zemine oturtulmuş, 1939'da 1. Milli Eğitim Şurası adıyla toplanılmıştır.
Bu toplantı ve şuralarda eğitim sistemi ve müfredatlar bizzat öğretmenler tarafından çalışılmış, Milli Eğitim Bakanları kararların uygulayıcısı olmuştur.
4+4+4 parçalı zorunlu eğitim sistemine geçişin dayanağı olarak gösterilen 18. Milli Eğitim Şurasına gelinceye kadar 18. Şura gerek içerik, gerek katılım, gerekse de kararlar açısından ilklere sahne olmuştur. Eğitim sendikalarının ve derneklerinin şuraya katılım oranının dip yapmış, önce katılıp sonra terk eden sendikaların da katkısıyla şuraya tek seslilik hâkim olmuştur. 17. Şurada ev sahibi olan Sayın İrfan Erdoğan'a ve eski TTK başkanlarına da katılım çağrısı yapılmamıştır.
Toplam 716 katılımcı arasında belediye başkanları, il genel meclisi üyeleri, İl Özel İdarecileri, belediye meclis üyeleri, hatta 14 muhtar bile kendine yer bulabilmişken, eğitim iş kolunda kurulmuş birçok sendika ve uzun yıllardır eğitim alanında kurultaylar toplamış köklü eğitim derneklerimiz kendilerine yer bulamamıştır.
İlk Milli Eğitim Şurasına katılanların tamamı, 18. Milli Eğitim Şurasına katılanların ise 5,6 sı eğitimcidir!
Şura'nın gündemine alınan konuların ele alınış biçimi, bu konuların Şura öncesinde fikre ve karara bağlandığı izlenimini doğurmaktadır. Bu bakımdan 18.Milli Eğitim Şurası, birilerinin parlak(!) görüşlerinin meşruiyet kazandığı (tavsiye mekanizması) görünümü almıştır. Şimdiden yanlışlığı anlaşılmış olan kız çocuklarını örgün lise eğitimi dışına iten, zorunlu-seçmeli derslerle gün doldurulan bilimsel olmaktan uzak parçalı eğitim sistemi bu şuranın ŞUURSUZ tavsiyesidir. Orta okulu ilkokuldan ayırmanın gerekçesi olan erken mesleki eğitim de tavsiyeler arasındadır ancak ne hikmetse düz orta okullar dışında açılan tek ortaokul tipi imam hatip ortaokuludur, o DA MESLEKİ DEĞİL akademik okul saymaktadırlar.
Derse girmemesi gerektiği halde (aday öğretmenlerin) hatta bazıları öğretmen kökenli olmayan 100 bin ücretlinin asil öğretmen gibi derse girmesine ve çeşitli güvencelerden yoksun olarak istihdam edilmesine rağmen MEB'e bağlı kurumlardaki öğretmen açığı kapatılamamaktadır. En az 150 bin yeni öğretmene ihtiyaç olduğu halde, önceki yıllarla kıyaslanarak 20-25 bin yeni öğretmenin atanmasının büyük bir lütuf gibi yansıtılması da, 18.Milli Eğitim Şurası'nda –susarak- kabul görülmüş bir eylemdir.
Sitemi uygulaması beklenen ÖĞRETMENE, Eğitim sistemini belirleme hakkı ve görevi verilmemiştir!
Sendikamız doğal alanı dışında, siyasi bir atmosferde tartışılan eğitim sistemimizi yeniden yapılandırma çalışmalarını endişe ile izlemektedir. Eğitim; siyasi tarihimizin hesaba çekileceği, seçim vaatlerine malzeme yapılacak bir alan değildir. Daha da önemlisi insan üzerine deney yapılamaz. REFORM manşeti ile pazarlanan yeni eğitim sistemi öğretmenlerce kurgulanmamış, öğretmenin sırtına yüklenmiş bir YÜKTÜR.
Hiçbir reform (akşamdan sabaha) hazır edilemez!
PİSA raporlarında başa güreşen ülkelere baktığımızda eğitim sistemlerinde on yıllarca, hatta yüz yıla varan sürede bir değişiklik yapılmadığı görülecektir. Cumhuriyet tarihi boyunca değişen iktidarların kendi ideolojisini dayatma, en hafifinden (gelmişken yeni bir şey yapma) kaygısıyla pek çok değişiklik yapmış olması, bizi eğitim yarışında övünülecek bir sıraya taşıyamadı. Başarılı örneklerde de sebat edilemedi. Oysa eğitim sisteminde yapılan ufacık bir değişikliği (başarılı) ya da (başarısız) sayabilmemiz için on yıldan fazla bir süre geçmesi gerekir. Bu süreyi kısaltmak, başarıyı garantilemenin yolu iyi planlama yapmaktır, hazırlık süresini uzun tutmaktır. Kısacası hiçbir reform (akşamdan sabaha) hazır edilemez.
.......................
İmza:Her ne var dünyada şerh eyler kalem; Aşkı anlat derseniz çatlar o dem. Aşkı tefsir et desek; aciz kalır beşer, Aşkı tefsir etse ancak Aşk eder..
Bu mesaja teşekkür edenler: